Ekonomi ikinci yüzyıla nasıl giriyor?
Türkiye Cumhuriyeti 29 Ekim’de 100 yaşına giriyor. Temelleri 100 yıl önce büyük bir imparatorluğun kalıntısı olarak büyük bir yoksulluğun gölgesinde atılan Cumhuriyet ekonomisi, bugün bankacılıktan savunmaya, sanayiden savunmaya kadar dünyayla bütünleşmiş bir güçtür. lojistiğe enerji.
Türkiye, otomotiv, tekstil, makine ve kimya ürünleri gibi birçok dev sektörde Avrupa Birliği’nin (AB) en büyük tedarikçilerinden biridir. Dünyanın yedinci, Avrupa’nın dördüncü büyük turizm ülkesi olan Türkiye, inşaat sektöründe Çin’den sonra dünyanın ikinci büyük gücü olarak öne çıkıyor. Türkiye, 2023 yılını 1 trilyon doları aşan milli gelirle dünyanın 17’nci büyük ekonomisi olarak kapatmaya hazırlanıyor.
Ancak ülke ekonomisinde, üretiminde ve kalkınmasında birçok başarı öyküsüne rağmen Türkiye Cumhuriyeti hâlâ “gelişmiş ülke” düzeyine ulaşamamıştır. Yıllık kişi başına yaklaşık 11 bin dolar gelirle “orta gelir tuzağı”nda yer alan ülkelerden biri olan Türkiye, bugün G20 ülkeleri arasında yüzde 61,5’lik tüketici enflasyonuyla Arjantin’den sonra ikinci sırada yer alıyor. Uluslararası Şeffaflık Örgütü’nün açıkladığı Yolsuzluk Algılama Endeksi’nde 180 ülke arasında 101’inci sırada yer alan Türkiye, Dünya Ekonomik Özgürlük Endeksi’nde de 165 ülke arasında 101’inci sırada yer alıyor.
Popülist politikaların etkisi
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına girerken ekonomideki yapısal sorunların çözümü, gelir dağılımı, işsizlik, kaliteli eğitim ve hukukun üstünlüğü gibi alanlarda atılacak adımlar Türkiye’nin yakın geleceği açısından belirleyici olacaktır.
DW Türkçe’ye konuşan uzmanlara göre, Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan eğitim ve üretim reformu bir kenara bırakılırsa, hükümetlerin son 80 yılda uyguladığı popülist politikalar, Türkiye’nin ekonomik potansiyelinin ortaya çıkmasının önünde engel haline geldi.
Ekonomideki dinamikler özellikle gelir dağılımı, vergi adaleti ve nitelikli işgücü yaratılması gibi alanlarda her geçen yıl kötüleşirken, AKP’nin uyguladığı politikalar sonucunda Türkiye dünyada enflasyonun en yüksek olduğu ülkelerden biri haline geldi. Son beş yılda hükümet.
“Milli Sanayi” hamlesi
Cumhuriyet kurulduğunda nüfusun yaklaşık yüzde 80’i kırsal kesimde yaşıyordu ve ekonomi ağırlıklı olarak tarım ve hayvancılığa dayanıyordu. Bu dönemde tarımsal üretimin milli gelir içindeki payı yüzde 45 civarındaydı. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin ekonomik rotası, cumhuriyetin ilanından önce Atatürk’ün daveti üzerine 17 Şubat 1923’te toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde şekillendi.
Çiftçi, personel, tüccar ve sanayicinin temsil edildiği geniş katılımlı bu platformda yeni devletin ekonomi politikaları belirlenmeye çalışıldı. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren devlet eliyle milli sanayileşme hamlesi başlatılmıştır. Tekstil, şeker, madencilik, çelik, havacılık ve savunma sanayii başta olmak üzere birçok sektörde fabrikalar kuruldu.
1924 yılına gelindiğinde Ankara’da ilk kartuş fabrikası kurulur, ardından Gölcük Tersanesi, Türkiye’nin ilk şeker fabrikası Uşak Şeker, Nazilli’de dokuma tesisi gibi birçok tesisin temeli atılır ve sanayileşme hızlanır. 1934 yılında Sovyet danışmanlarının katkılarıyla Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı yürürlüğe girdi. Plan, dışişleri bakanlığı tarafından yapılan sanayi yatırımlarını düzenleyecek. Sümerbank, Etibank ve diğer kurumların katılımıyla kamu sektörünün demir çelik, tekstil, şeker, cam, çimento ve madencilik sektörlerinde adımlar atıldı.
“En büyük sorun sermaye birikimiydi”
DW Türkçe’ye konuşan İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) İşletme Mühendisliği Öğretim Üyesi Prof. Dr. Öner Günçavdı’ya göre, Cumhuriyetin ilk döneminde ekonomideki temel amaç, sanayileşmeyi hızlandırarak “çağdaş medeniyet” haline gelmekti. Batı Avrupa.
Cumhuriyetin ilk takımlarının Osmanlı’dan miras aldıkları kurumlarla yola çıktığını ve el yordamıyla bir ekonomik sistem kurmaya çalıştıklarını belirten Prof. Günçavdı şöyle diyor:
“Amaç sanayileşmeydi ama ciddi bir sermaye sorunu ve eğitim eksikliği vardı. Türkiye’nin sanayi toplumuna dönüşmesi için gerekli sermaye birikiminin yaratılması ve köylü halkın dönüştürülmesi için ‘devletçilik’ unsuru devreye sokuldu. Anadolu’da özellikle tarımsal üretimde fabrikaların art arda açılması hedeflendi.” “Varlık Vergisi gibi yöntemlerle milli sermaye yaratılmaya çalışıldı. Ancak büyüme ve kalkınma açısından başarılı olduğunu söyleyebileceğimiz bu dönemde, 1950’li yıllara kadar gerçek anlamda girişimci bir sınıf ortaya çıkmadı.”
Tek parti döneminin sona erdiği ve Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara geldiği yıllarda kalkınma hamlesi ve üretim ivme kazansa da bu kez devlet ile özel sermaye arasındaki gerilim artmaya ve paylaşım mücadelesi yoğunlaşmaya başladı. Tarımda altyapı yatırımı ve makineleşme adımlarının ardından ülke, 1953 yılında döviz sıkıntısı yaşamaya başladı. Döviz sorununu aşmak için “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu” ve “Petrol Kanunu” gibi liberal kanunlarla çözüm arandı. “.
Bu dönemde özel sektörün sanayi gücü olarak devlete alternatif bir güç olamadığını belirten Prof. Günçavdı, “Devlet ile özel sermaye arasındaki iktidar yarışı, birçok açıdan Türkiye Cumhuriyeti’ndeki askeri darbeler dönemine hazırlık niteliğindeydi” diye değerlendiriyor.
Darbeler döneminde ekonomi
1960’lı yıllara gelindiğinde ekonomik model devletçilikten, özel sektörün de yer aldığı “karma ekonomi”ye doğru evrildi. 27 Mayıs 1960 darbesiyle Demokrat Parti hükümeti çökerken, 30 Eylül 1960’ta Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) kurulmuş ve ithal ikameci üretim anlayışına geçişle birlikte devlet özel sektörü destekleyen bir rol üstlenmiştir. . Bu yıllarda Vehbi Koç’un kurduğu Arçelik, Türkiye’de ilk kez çamaşır makinesi ve buzdolabı üretmeye başladı ve Türkiye de bu dönemde Uluslararası Para Fonu (IMF) ile ilk stand-by anlaşmasını imzaladı.
Kırdan kente göçün hızlandığı 1970’li yıllar çalkantılı bir döneme girmiştir. 12 Mart 1970 Muhtırası ile ikinci bir darbe dönemi başlamış, siyasi istikrarsızlık 1970’li yıllarda ekonomiyi zor koşullara sürüklemiştir.
1980’li yıllarda uluslararası genişleme konusunda önemli adımlar atıldı. Yürürlüğe giren 24 Ocak kararları liberalleşme adımlarını hızlandırmış, 12 Eylül 1980 darbesiyle ekonomide yeni dönemin alt ve üst yapıları inşa edilmiştir. Dolayısıyla 1960’lı ve 1980’li yıllar arasında üç askeri darbeyle karşı karşıya kalan Türkiye’de ekonomik kurumların kurulması, sağlıklı bir sanayileşme hamlesinin ve sermaye birikiminin yaratılması mümkün olmadı.
“Ödenen vergi hesaplanamıyor”
DW Türkçe’ye konuşan Koç Üniversitesi İktisat Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Kamil Yılmaz’a göre, 1980 darbesinden sonra kurulan siyasi kurumlar, ekonomik kurumların işleyişini doğrudan belirledi. Yılmaz, bu durumun demokratik bilincin oluşmasına ve işleyişine engel olduğu gibi, halktan toplanan vergilerin nasıl kullanıldığını kontrol edebilecek bir ortamın oluşmasını da engellediğini belirtiyor.
1990’lı yıllara gelindiğinde yüksek enflasyon, bütçe açıkları ve yüksek dış borç seviyeleri ekonominin temel sorunları haline geldi. 1994 yılında döviz kurunun hızlı yükselişiyle ortaya çıkan kriz dönemi, iflasları da beraberinde getirdi. Öte yandan 1996 yılından bu yana uygulanan AB ile Gümrük Birliği Anlaşması Türk özel sektörü için bir devrim yarattı. 1999 yılında IMF’nin desteğiyle yeni bir istikrar programı uygulamaya konuldu. Ancak istikrarsız koalisyon hükümetleri nedeniyle yıpranan ekonomi, küresel koşulların da etkisiyle 2001 yılında yeni bir krize girdi.
Derviş sonrası AKP dönemi
2001 krizi sonrasında dönemin koalisyon hükümeti tarafından ekonominin başına getirilen Kemal Derviş, 2001-2002 yıllarında ekonomiden sorumlu devlet bakanı ve hazine müsteşarlığı görevlerinde bulundu. Bu dönemde uygulanan bir dizi reform, Türkiye’nin krizden çıkmasında büyük rol oynadı.
2002 yılında iktidara gelen AKP, ilk yıllarında Derviş’in politikalarını uygulamaya devam edecek ve böylece Türkiye hem AB ile ilişkilerde hem de ekonomide her zamankinden daha olumlu bir süreç yaşayacaktı. Ancak 2010’lu yıllardan itibaren Türkiye ekonomisi yeniden eski alışkanlıklarına yenik düşmeye başladı. AB sürecinden giderek uzaklaştıkça sanayi üretimi odaklı büyüme yerine tüketim ve inşaat odaklı büyüme modeli tercih edildi.
“Popülist politikalar hakim oldu”
Prof. Dr. Kamil Yılmaz, Türkiye tarihinde iktidara gelen siyasi partilerin sadece kısa vadeli planlara odaklandığına dikkat çekiyor. Siyasi hareketlerin ülkenin gerçek sorunlarına değinmeden, kendi iktidarlarını korumaya yönelik popülist vaatlere odaklandığını vurgulayan Prof. Yılmaz, şöyle konuştu:
“Ancak Türkiye’nin 100 yıllık tarihinde geçmişten günümüze aktarılan sorunlara baktığımızda bunların çözümü için eğitim reformu, gelir dağılımının düzeltilmesi, vergilerin tabana yayılması gibi uzun vadeli bir perspektife ihtiyaç duyulmaktadır. Bu uzun vadeli perspektifi ortaya koyabilmek için bir hükümetin yeniden seçilme önceliğinden daha fazlasına sahip olması gerekir.” “Ülkeyi daha yaşanabilir bir yer haline getirmek hedefiyle hareket etmeli. Türkiye’de ne hükümetlerin ne de diğer siyasi partilerin böyle bir niyeti var.”
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar geçen 100 yılda Türkiye’nin tasarruflarını doğru kullanamadığına dikkat çeken Kamil Yılmaz, “Bugün Türkiye’deki toplam servetin yüzde 70’i finansal olmayan varlıklardadır. Yani gayrimenkulde. 2002-2021 yılları arasında tarım arazilerinin toplam arazilere oranı yüzde 31’den yüzde 25’e düştü. Peki ne oldu? Tarım arazileri inşaata açıldı” dedi.
“Son beş yıl Cumhuriyet tarihinin en kötü yılıdır”
Eski Hazine Müsteşarı Prof. Dr. Mahfi Eğilmez, blogunda yayınladığı makalesinde, Cumhuriyet ekonomisinin 100 yıllık bilançosunu değerlendiriyor ve kanunun ilanından bu yana ekonominin başarılı seyrinin devam ettiğini belirtiyor. Cumhuriyet 1950’li yıllara kadar, sonraki dönemde süreklilik gösterememiştir. Eğilmez, “Son beş yıl, Cumhuriyet döneminin en başarısız beş yılıdır. Bizim çok gerimizde başlayan Bulgaristan ve Romanya, son beş yılda refah düzeyi açısından bizi geçmiş durumda.” diye değerlendiriyor.
“Türkiye tüketim toplumu haline geldi”
28 Mayıs 2023 genel seçim sonuçları AKP hükümetinin devamını onaylayınca, ekonomi başkanlığına Mehmet Şimşek ve TCMB başkanlığına Hafize Gaye Erkan’ın getirilmesiyle birlikte ekonomide “yeni bir hikaye” beklentisi oluştu. ekonomi doğdu. Ancak beş aylık dönemde faiz politikasındaki değişiklik dışında kayda değer bir gelişme olduğunu söylemek zor.
Prof. Dr. Öner Günçavdı, AKP iktidarının son 20 yılında Türkiye’nin sanayileşme hedefinden uzaklaşarak tüketim toplumuna dönüştüğünün altını çiziyor. Bu nedenle Türkiye sadece ekonomi alanında değil; Siyasette, hukukta ve eğitimde gelişmiş ülkeler seviyesine ulaşamadığını belirten Günçavdı, “Bugün birçok alanda dünyayla bütünleşmiş pazarlarımız olmasına rağmen, tam anlamıyla çözülemeyen, yapısal sorunları olan ülkelerden biriyiz. sanayileşmiş, gelir dağılımı giderek bozulan, dünyada enflasyonun en yüksek olduğu ülkelerden biri. Bu yakın gelecekte de devam edecek.” “Durumun değişmesi kolay görünmüyor” diyor.
“Türkiye-AB yakınlaşması en güçlü çapadır”
Peki ikinci yüzyıla girerken Türkiye’nin Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi yeni bir ekonomik başarı öyküsü yazması mümkün müdür?
Prof. Dr. Kamil Yılmaz bu soruyu şöyle yanıtlıyor:
“Maalesef Türkiye’nin yakın gelecekte yeni bir Türkiye-AB yakınlaşması olmazsa Cumhuriyetin ikinci yüzyılında pek bir ilerleme kaydedebileceğimizi düşünmüyorum. Yakın tarih de bize gösteriyor ki Türkiye için en güçlü yol, birlik ve beraberliktir. Ortalama bir ülkenin sıçrama yapması AB ilişkilerinden geçer.”Bu en güçlü çapadır. Ancak günümüz Türkiye’sine baktığımızda maalesef bu çok ütopik görünüyor. Ancak önümüzdeki 10 yıl, 20 yıl, 50 yıl içinde hükümetler değişecek ve AB ile Türkiye arasında yakın bir ilişki yeniden başlayabilir.”
DW Türkçe’ye VPN ile nasıl bağlanabilirim?